19 Mayıs 2016 Perşembe

song of the day


İstemediğimiz işlerde çalışıp,günümüzün yarıdan fazlasını faturalarımızı ödeyebilmek için anlamsız,yaratıcılıktan uzak, bizi hızla ve mutsuzca yaşlandıran işyeri görünümlü hücrelerde geçirebilmek için bile iki üniversite bitirmek, en az master yapmış olmak, bilmem kaç dil bilmek, seminerler, kurslar tamamlamak ,sistemli köle olabilmek için köleliği en baştan kabul etmek... 

15 Mayıs 2016 Pazar

Madrid Vs. Barselona



Nisan'ın son haftasında kendi kendimize Gran Madrid Barselona turu yaptık.
İş bazlı turist görünümlü bu bir haftada yine etkilenecek çarpılacak sevecek bir şeyler bulmayı başardım.

Az çok herkes biliyor zaten Madrid'de Barselona'da neler yapılır? Ben çok yazılmamış olanlardan biraz bahsetmek istiyorum.Küçük ipuçlarıdır, önerilerdir merak ediyorsanız , adelante efendim.

Madrid'te her gün iki saat müzeler ücretsiz . O saatleri gitmeden önce müzenin internet sayfasından doğrulayarak Museu del Prado'ya 14€ , Museu del Reina Sofia'ya 8 € vermekten kurtulabilirsiniz.
Çok müze gezmekten hoşlanmayan, resim sanatından zerre anlamayan, Dali'nin olağanüstü resimlerine bile hımm kırmızıyla yeşil pek yakışmış, dur evdeki koltuğa yeşil yastık alayım şeklinde yaklaşan sığ bir insan olmama rağmen her iki müzede beni çok etkiledi. Bence bunca zamandır Velazquez'in Las Meninas'ını ve Picasso'nun Guernica'sını görmemiş olmak gerçekten kayıp.Gerçekten  her ikisi de aklımdan çıkmıyor.Madrid Dali, Velazquez ve Goya'nın eserleriyle tanışmak için önemli ( Goya'yı daha yakından tanımak için  Zaragoza'ya bekleriz, memleketlimiz kendisi :p )

Barselona'da Museu Nacional d'Art de Catalunya' ya yıllar evvel canım Duygu'm la büyük umutlarla gidip benim küçük çaplı bir hırsızlık vakasına maruz kalmam ve de koskoca müzede sade bir Picasso tablosu görmenin verdiği hayal kırıklığıyla çok hoşlanmamıştık. Eğer Katalan tarihine! çok bir ilginiz yoksa pas geçebilirsiniz. Doğrudan Picasso müzesine gitmek daha mantıklı olacaktır. Bir diğer Katalan ressam Juan Miro'nun eserlerini  de Mont Juic'te bulunan  Juan Miro Vakfı'nda görebilirsiniz. Tabi onca eşsiz ressamdan sonra Miro biraz "bunu bende çizerim yeaaa ne var ki" seviyesinde görünse de çok daha ötesini vadediyor.

İspanya deyince tapas&sangria&paella ayrılamaz bir bütün olarak akla geliyor. Ama gerçekten İspanyol mutfağının küçümsenmiş bir özeti. Eğer nerede yiyeceğinizi ve ne sipariş edeceğinizi bilirseniz , paella yavan bile kalır. Zaten hepimizin bildiği üzere İngilizce menülü yerlerden ve duvarına dev paella resmi yapıştırılmış restoranlardan uzak duruyoruz.Güzel ve kaliteli yemek için Madrid'te Chueca, Barcelona da Poble Sec metro istasyonlarına varıp , çizgi filmlerdeki gibi leziz yemek kokusunu takip ediyoruz. 

Chueca, Madrid'te daha çok hipsterların bulunduğu bir mahalle.Sokakları yaratıcılık dolu ve restoranlarda genelde " menu del dia" 10-12 € civarı.Bir başlangıç, ana yemek, tatlı veya kahveden oluşuyor, çok seçmeli ve çok lezzetli.

Poble Sec ise daha çok tapas barlarıyla ünlü. Bütün tapaslar 1 ile 1,5 euro arası ve turist kalitesinden bir hayli uzak . Caña ( bardak bira ) veya şarap yine 1 €. Bütün gece bar bar gezerek toplamda 10 € gibi komik bir rakama kendinizi gurme gibi hissedebilirsiniz.

Sangria 'ya gelince bunca sangria içtim bence en güzelini Ankara'da Gaga Manjero yapıyor! Bir özen , bir lezzet, bir karışım ki sangria'nın ana vatanında eşi benzeri yok. Özellikle Barselona'da turiste kakalamalik 15 € luk sangria'lar var ki gözleriniz dolar böyle de kalitesiz. Hayır illa içicem diyorsanız. Madrid'te Mercado de San Miguel'de porto şarabından ev yapımı olanını için. Barselona'da içmeyin ya valla rezil.Bira sevmiyorum sangria kötü diyorsun diyenler için , cava için.En azından ödediğinize değsin.

Madrid tam bir İspanyol şehri, Barselona daha çok bir Avrupa şehri.Barselona İspanya sınırları içinde sadece İngilizceyle yaşayabileceğiniz tek şehir, gezmek demiyorum yaşamak bakın. Madrid'de ise hostel, restorant çalışanları dahi İngilizce bilmiyor hazır olun.












12 Mayıs 2016 Perşembe

Julieta



Gözümüzün bebeği Pedro Almadovar , 2013 'teki Los Amantes Pasajeros'tan sonra Julieta ile melodrama ve aramıza döndü. Sanıyorum Türkiye'de henüz gösterime girmedi film, o yüzden spoiler vermeden bir şeyler yazmak istiyorum.
Anneler ve kızlarına Julieta'nın acı dolu gençliğinden başlayarak çok güzel bir bakış atıyoruz.Yine bir kadın filmi, yalnız kadınlar filmi, yine olağanüstü görüntüler, her kare tek başına fotoğraf karesi,yine çok derin çizilmiş karakterler. 
Bence Almadovar'ın karakterlerinin en güzel yanı her zamanki gibi kendinizi yerine koyduğunuzda aynı şeyi yapardım, aynısını derdim galiba diyebilmeniz. İnsan varoluşunu, kadın ruhunu çok iyi tanıyor.Ayrıca delicesine drama çekerken bile sizi rahatsız etmiyor, acıklı yapış yapış bir anlatıştansa bütün bu dramlar yaşanırken sizi bir yandan kurgusuyla, dekoru, müziği, kostümüyle sakinleştirmesini biliyor.
Yine eşsiz, zeka dolu, dram dolu, hayat dolu bir filmle karşımızda Almadovar, ısrarla izleyiniz :)


Bonus: Julieta benim için şimdiden çok özel bir film oldu, İspanya'ya taşındığımdan beri Türkçe dublaj yada altyazı olayını zaten bırakmıştım. En kötü İngilizce altyazılı izliyordum filmleri. Hatta ev hanımı gibi takip ettiğim 4 dizi var televizyonda ama İspanyolca altyazılı izliyorum. Julieta'yı ise altyazısız falan sadece orijinal dilinde izledim, hiç bir noktayı kaçırmadan! Almadovar filmini İspanyolca izleyebilecek seviyeye geldiğimi görmek, üniversiteden beri  büyük  bir Almadovar hayranı olan ben için ne güzel, ne mutluluk verici bir farkediş , anlatamam :) 

25 Mart 2016 Cuma

Madrid'de 5 saat !


Geçtiğimiz haftalarda bir pazartesi elçilik için Madride gitmem gerekti.
Günübirlik Madride gidip gelebileceğim bir hayatı hiç düşünmezdim :)
Ama hayat bu, süprizleriyle insanın ayaklarını yerden de kesebilir, ters köşe de edebilir.
Şimdilik bana gülümsüyor çok şükür.

İş güç gibi sıkıcı nedenler nedeniyle kalamadığım ama 5 saatlik sıkıştırılmış Madrid gezimden biraz bahsetmek istiyorum.

Madrid'de Türk Büyükelçiliği Barselona'daki gibi çok havalı  (Paseo de Gracia) bir sokakta değil ne yazık ki. Ancak Plaza de Colon' a çok yakın yürüyerek 10-15 dakika mesafede.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Elçilikte Plaza de Colon'a nasıl giderim diye sorduğum Türk genç adamla birebir konuşmam ;
- Plaza de Colon'a nasıl giderim burdan?
-Puff bana mı soruyorsun?
-Evet, Madrid'de yaşayan taraf sen olduğuna göre :)
- Bilmiyorum , hiç gitmedim
- Ne kadar zamandır burdasın?
- 4 ay
-Madrid'i sevdin mi peki?
- Yeak yaa çok çirkin beton yığını
- Hımmm, İspanyolca ne alemde?
- hiç anlamıyom yaa, biraz konuşuyom ama anlamıyom 
-( ?????!!!) hımmm

Gerçekten , abartısız bu konuşma geçti aramızda. Maximum 30'lu yaşlarda bir genç adam. Görev tanımı nedir ne değildir bilmiyorum ama İspanyolca konuşamadan elçilikte çalışabilen,4 aydır merkeze hiç gitme gereği duymadan bir şehirden nefret edebilen yetenekli bir genç! Siz onun gibi olmayın emi :)

Daha önce 5 kez sadece havaalanına gelebildiğim İspanyol başkentini 
ben bu ilginç adamın aksine 5 saatte çok sevdim. 

İlk olarak Plaza de Colon'a gittim, Turist ofisinden haritalarımı yüklenip yolumu çizdim.
Plaza de Colon'da adından da anlaşılacağı üzre bir Kristof Kolomb heykeli var.Başka pek bişey yok .Ayrıca  Hard Rock Cafe ve Biblioteca National  de civarda uğramak isterseniz.





Milli Kütüphanemizin kitaplarının ihale yoluyla kilosu 20 kuruştan kitapçılara, hurdacılara satıldığını düşündükçe delirmemek ,İspanyol Milli Kütüphanesine baktıkça kıskanmamak elde değil.
Aynı zamanda müze de olan kütüphanenin Müze kısmı pazartesi günleri kapalı ancak diğer günler sabah 10'dan akşam 8'e kadar ücretsiz gezebilirsiniz.
Müzenin olduğu sokağı takip ederek Palacio de Cibeles'e ulaştım. Aynı zamanda Palacio de Communicaciones de denen ve günümüzde belediye olarak kullanılan bina şehrin tarihi merkezinin önemli sembollerinden birisi.



Palacia Cibeles'in hemen karşısında Gran Via caddesi başlıyor.Alışveriş çılgınlarının  gözdesi. 5 katlı Primark vardı,gerisini siz düşünün. Cervantes Enstitüsü de Gran Via üzerinde yer almakta, ancak ziyaret edilebilirliği ile bir bilgim yok .Zara, Mango, Stradivarius, Bershka gibi İspanyol markaları zaten Türkiye'de fazlasıyla bulunmakta.Gelmişken değişik birşeyler alayım isteyenler için Türkiye'de (bildiğim kadarıyla) şubesi bulunmayan Natura ( zengin hippiler için , bir mumluk 15 euro falan) , Women Secret ( İspanyol Victoria Secret'ı efenim), Springfield ( pull&bear benzeri ),Lefties (portekiz asıllı, bütün bu markaların ürünlerinin aynısını daha ucuza satan ),El Corte İngles ( Bkz: "Crimen Ferpecto" ) Sfera ve tabi ki Desigual( ispanyolca anlamı "farklı"olsa da 35 yaş üstü her ispanyol kadının aynı görünmesini sağlayabilen bir marka, ironik ) 'e göz atabilirsiniz.
Feyşin blogger mıyım ben ya banane bunlardan diyenlere katılıyorum. Madrid 'e dönelim. Gran Via'nın bitiminden Puerta del Sol'e geçtim. Puerta del Sol Franco döneminde iç işleri bakanlığının merkezi olmuş eski postane binasının  ve Madrid'in sembollerinden " El Oso y el Madrono " nun görülebileceği bir hayli turistik bir meydan.


Mickey'leri ile meşhur Postane binası

Ayı ve Çilek ağacı heykeli 

Puerta del Sol'den sonra hemen Plaza Mayor'e koştum. Sonuçta ingilizcesi Erdoğanınkinden iyi olmasın muhteşem ingilizcesiyle Madrid'in çok sevgili belediye başkanı Ana Botella'nın da dediği gibi " There is nothing a quite like relaxing a cup of cafe con leche in Plaza Mayor "

Bu arada Plaza Mayor'e çok yakın mesafedeki Mercado de San Miguel'e mutlaka ama mutlaka gitmenizi öneririm.Tarihi bir marketin nasıl modern bir turist odağına dönüştürülebileceğini, İspanyol mutfağının zenginliklerini kendiniz görün tadın. Harika tapaslar, şaraplar, sangrialar, deniz ürünleri tadabilirsiniz.Web sitesi için tık tık http://www.mercadodesanmiguel.es/ 

Efenim Madrid müzeler cenneti.Sanattan, resimden hiç anlamasak bile Picasso, Goya, Velazquez, Dali adlarını en az bir kere duymuşuzdur.Madrid bu eşsiz ispanyol ressamların orijinal çalışmalarının sergilendiği müzelerle dolu. Madrid'te Museu Reina Sofia de Madrid en çok görmek istediğim müzeydi.Ona dahi giremedim. Başka bir haftasonunu iple çekiyorum Picassonun eşsiz Guernica'sını görmek için..

Benim vaktim bir hayli kısıtlı olduğu için heryere koşturmakla geçti diyebilirim. 5 saatimin sonlarına doğru yönümü Museu del Prado 'ya çevirdim. Müzeye girmeye vaktim yoktu ancak. Müzenin arka tarafına ve Parque del Retiro'nun girişine bakan bir cafede bir espresso'ya tabiki vaktim vardı(Sonra neden sanattan anlamıyorum, habire boğaz ). Bu arada Madrid'de kahve seçimlerim bir şeyin ayırdına varmama neden oldu. Zaragoza'da starbucks yok,Ankara'dayken çok sevdiğim starbucks'a aylardır gidemiyorum haliyle.Madrid'e gidince hemen starbucks'a koşucam öf püf diye düşünürken resmen canım istemedi ya. Kahve diye tatlı bir şuruba 5 euro vermenin,hele de yurtdışına çıkmışken yereli tatmak varken hala starbucks, burger king'te yiyip içmenin ne kadar anlamsız olduğunu farkettim.İspanya bir İtalya değil tabi ki kahve konusunda yine de en tırt cafede dahi içeceğiniz her hangi bir çeşit kahve starbucks'a beş basar. Naçizane önerim :)İspanya'da kahve kültürü başka bir post'un konusu olabilir bu arada. 

Çok ayrıntılı bir Madrid yazısı olmasa da umarım bu güzelim başkente gelip görme isteği uyandırmıştır içinizde bu yazı. Bir kaç fotoğrafla veda ediyorum.

Türk mutfağı yeyyyy!





Plaza Mayor

Bonus: Madrid belediye başkanı ve 2020 olimpiyatları için aday olan Madrid'i tanıtan konuşması









19 Mart 2016 Cumartesi

korku üstüne...



Korkuyorum.
Çünkü Türkiyeli olmak bunu gerektirir.
Dünyanın öte yanında, bir avrupa kentinde yaşıyor olsam da iliklerime kadar korkuyorum.
Bir manyağın çıkarcı politikası uğruna parçalarıma ayrılmaktan korkuyorum.
Birinin parçalarına ayrılmış bedeninin saçlarıma, yüzüme sıçramasından korkuyorum.
En olaysız şehirlerde birinde yaşayan annemin pazara gitmesinden bile korkuyorum.
Büyük ablamın her gün işe gidip gelmesi bile tüyler ürpertici.
Küçüğünün minik yavrusunu operaya götürecek olması bile sakıncalı.
Saçmalama ya operaya da bomba koymazlar herhalde diye kendimi rahatlatamıyorum.
Çünkü herhangi bir etik anlayışları olduğunu ya da kaldığını düşünmüyorum.
Ölmekten, öldürülmekten,sevdiklerimi yitirmekten ölesiye korkuyorum.
Sade nefes alıp veren bombalardan değil, her şeyden korkuyorum.
Ankara'da 10 yıl yaşadım.Yurda,evime yalnız dönerken hep korktum. Hırsızdan,arsızdan, tecavüzcüden, tacizciden, eve sipariş getiren kuryeden,tamirciden,her gün işe giderken önünden geçmek zorunda kaldığım parti binası önündeki laf atan polislerden, arkamdan yürüyen işinde gücünde insandan korktum.Kabanını açıp penisini gösteren sapıktan da, ben yürürken bir şey sormak için yavaşlayan yaşlı amcadan da,dükkanının önünde sigara içen kuruyemişçiden de hepsinden korktum.
Çankaya'nın göbeğinde otururken evime azıcık geç döneceksem etek giymekten korktum.
Her akşam eve dönerken annemi aradım apartmana girene kadar konuştum. Bir şey olursa en azından telefonun ucunda biri var olsun diye.
Sonra gezi günleri geldi.Korka korka sokaklardaydık günlerce haftalarca, ama hep çok geçe kalmadan eve dönememekten korktum.Salonumun penceresini açmaktan korktum helikopter sesleri,çığlıklar duyacağım diye.Sivil polis bile olduğundan şüphelendiğim bir adamın yaşıtım bir kızı saçlarından kavrayıp bir arabaya tıkmadan bir kaç saniye önce, bana bakan gözlerinden korktum.Bu olaydan sonra sokaktan duyduğum çığlığa bakmak için cama çıkmaktan korktum.
Gezi bize hep direnmeyi, birlik olmayı öğretti diyorlar ya belki ben korkaktım.Bana sadece sokakta yürürken acaba bu insanlardan kaç tanesi kafamı kaldırıma vura vura beni öldürebilir diye düşünmeyi öğretti.Her gün konuştuğumuz, alışveriş ettiğimiz kasabın, bakkalın yeri gelirse! beni öldürebileceği düşüncesini öğretti.
Korka korka yaşanır mı?Yaşanırmış, öğretti.
Sonra Özgecan...
Koskoca bir şehirden nefret ettirdi.Bütün dolmuş şoförlerini aynı keseye mi koysam, hepsinden korksam mı acaba,taksiye dolmuşa yalnız binmemeli.
Hayatımda bir kere tek başıma bir film izledim sinemada.
Bizim büyük çaresizliğimiz...
Ankara'nın en eski, köklü sinemalarından birinde.
Tek başıma olmaktan korktum.
Twitter'a bakmaktan korktum.Bir olay olduğunda ölenlerin kategorize edilmesinden korktum.Ankara'da 3 keredir sadece şansıma ölmemiş oluşumun bana bir şekilde geri döneceğinden korktum.Kuzenlerimin, arkadaşlarımın Ankarada yaşıyor olmasından korktum.Her gün yitip giden canlara bir kulp takmaktan korktum.Ama ile başlayan cümlelerden korktum.
3000 km ötedeki canım ülkemde patlayan her bir bomba, her tecavüz, her kadın cinayeti,
her çocuk suistimali benim göğsüme yük olarak döndü.Sanki kocaman bir ayı oturuyor kalbimin üstünde nefes alamıyorum.
İnsanlar ölüyor, bu vebali nasıl taşırım korktum.
Öyle bir korku ki bu genetiğime işledi, Bu sabah İstanbul'daki patlamadan sonra bugün Zaragoza'da sokağa çıkmaktan korktum.Ben kısmen daha güvenli sayılabilecek bir ülkede bu hislerleyken ülkemde her yeni güne korkuyla uyanıyor insanlar...
Yeter!
Ömrümüzü yediniz!
Bizi korkuya hapsettiniz!
Bi siktir olup gidermisiniz lütfen!

11 Mart 2016 Cuma

Até logo meu Oporto!


 Üstünden 1 aydan fazla geçti, başka seyahatler edildi ben hala Porto gezimizin son gününü yazamadım ya, bravo

Son günümüz pazardı.Pazarları bütün dükkanlar kapalıdır Porto'da cafeler bile nerdeyse. Erasmusta iken akşam yemeği yiyecek yer bulamadığımız çok olmuştu.Pazar günü plajlara, duoro  boyunca koşmaya, yürüyüşlere, parklara ya da riberia'ya gidip sakin sakin içmeli, güneşlenmeli, yanınızda biri varsa sohbet etmeli, yoksa kitabına sarılmalı, hayaller kurmalı...

Önceden bildiğimizden ötürü pazar gününe yapılacak bir şey bırakmadık , atlantik okyanusunun ve Duoro'nun keyfini çıkarmaktan başka...

Minik evimize veda edip Duoro kıyısına inmek üzere yola çıktık. Tek amacımız uçak saatine kadar yavaş yavaş Duoro boyunca yürüyüp okyanusa ulaşmak, birşeyler yeyip havaalanına geçmekti.Rua do Torinho'da yeni açılmış ( yeni derken 2014'te yoktu bana göre yeni :)) Oficinacc'ye kahve almak için girdik. Çoook tatlı, melez, bonus bir garson bize brunch'a mı geldiniz diye sorunca bir göz göze geldik Guille'yle ve hemen atladık.Konu yemek olunca birbirini gaza getirip deli gibi yemek yiyen çiftlerdeniz, yakında el ele tutuşup yuvarlanıcaz muhtemelen .

Oficinacc, çok tarz, rahat bir cafe, aynı zamanda atölye. Portekizli hipsterların gözde mekanı ve menüleri çok başarılı.Sanki cermodern'de kahvaltı ediyormuşçasına tanıdık bir his.Tasarımı hoş, peynir tabakları, reçelleri, ekmekleri bir harika.





Kendi tasarımları olan bez çantalardan, defterlerden falan hediyelik alabilirsiniz.İnstagram hesaplarına göz atmak isterseniz https://www.instagram.com/oficinacc/

Biz bildiğimiz, özlediğimiz mekanlara gitmenin yanında yeni yerler keşfettiğimiz için çok mutlu olduk . İlki Oficinacc diğeri ise ilk gün keşfettiğimiz Rua de Cedofeita 'daki Catraio Craft Beer shop'tu.
Facebook sayfaları https://www.facebook.com/catraiobeershop/ 

Sanki işsizlik biraz azalmış, bankalar yeniden kredi vermeye başlamış gibi geldi bize çünkü yeni yeni bir sürü minnoş dükkan kafe açılmıştı canım porto'muzda. Daha çok gidip daha çok keşfetmek gerek :)

Uzuuuun bir kahvaltı kahve faslından sonra asıl rotamıza dönüp, pazara layık manzarayla nehir kenarı yürüyüşümüzü yaptık. Hava biraz yağmurlu ve soğuktu ama Foz de Duoro yine güzel yine güzeldi. Foz'dan sonra Matasinhos biraz uzak, benden söylemesi ama  Matasinhos'da vaktiniz varsa sörf yapabilirsiniz, piknik yapabilirsiniz, kestane alıp sadece gün batımını izleyebilirsiniz. Okyanus nihayetinde neler neler yapılır , mis .
En son Matasinhos'a varıp havaalanına geçtik. Dönüş uçuşumuz Barselona'ya idi.İlk kez Barselona'ya hiç gitmek istemedim :(




  Bu iki günde biz tekrarlamaya fırsat bulamadık ama eğer zamanınız geniş ise Porto'da yapılacaklar bonus part ! 


1. Gaia tarafındaki Miramar sahiline gidin. Capela do Senhor da Pedra kilisesini görün, Gün batımını izleyin


2. Teleferiğe binin, Porto ve Gaia 'yı yukardan izleyin 



3. Gaia tarafındaki şarap mahzenlerini gezin,Porto şarabının inceliklerini öğrenin, tadım yapın 


4. Küçücük botlara doluşup nehir turu yapın :)





5. Üniversite öğrencilerinin  gizemli pelerinlerini çalıp Harry Potter'cılık oynayın 
Denk gelirseniz Tuna denilen müzik gruplarının sokak performanslarını dinleyin, hemen her bölümün bir grubu var ve yıl boyunca Tuna festivali için çalışıyorlar, bazen bi kaç saatliğine Riberia'da ya da Aliados'ta çalıp bira paralarını çıkarıyorlar.

Vedaları hiç sevmem. 
5 saatte Madrid yazısı çok yakında





8 Mart 2016 Salı

song of the day

                         

      Dünya emekçi kadınlar günümüz kutlu olsun!

Feliz dia İnternacional de la Mujer Trabajadora!

Happy İnternational Working Women's Day!





27 Şubat 2016 Cumartesi

Porto'da ikinci gün

 Günlerdir 3 günlük gezi yazısı yazamadım. Nasıl blogger olacaksam. Ama benim tembelliğim değil Porto'nun anlatılmaz güzelliğinden kaynaklı esasen.tabi.

İlk gecemizi Riberia'da önümüzde sessizce akıp giden güzeller güzeli Duoro kıyısında Superbock'larımızla ve geçen yılki anılarımızı konuşarak geçirdik.

Ertesi sabah kahvaltımızı Cedofeita ile İgreja dos Carmelitas arasındaki alanda (Praça da Carlos Alberto) adını unuttuğum bir pastaneden aldığımız kahvelerimiz ve sandiviçlerimizle , alanda kurulan antika-kıyafet- organik besin pazarını gezerek ettik.Her iki haftada bir kuruluyor yanlış bilmiyorsam. Porto sokak pazarları açısından çok zengin bir şehir. Örneğin,her haftasonu Riberia'da hediyelik eşya'dan gözlüğe kadar bir sürü değişik şey bulabileceğiniz bir pazar,Galeria de Paris 'te  her ayın son pazarı flea market,turitlerin göz bebeği Torre dos Clerigos ile Porto üniversitesinin rektörlüğü arasında kalan  Jardim de Joao Chagas yakınında yine hediyelik horoz ağırlıklı :) bir sokak pazarı var. Bunlar sadece benim bildiklerim tabi.Dikkatli bir gezgin bir sürü daha yakalayabilir eminim. 

Pazarı gezdikten sonra sadece bir kaç adım atarak İgreja dos Carmelitas'a ulaştık. Porto'da en sevdiğim meydanlardan birinde bulunan bu kilise içi çok etkileyici olmasa da dış mimarisi özellikle bir duvarının tamamını kaplayan güzeller güzeli azulejos'larıyla şehrin en önemli simgelerinden biri.






Buradan Museu de Historia Natural'e , Porto üniversitesinin rektörlüğüne, ikinci evimiz bellediğimiz Adega leonor'a , ünlü Livreria Lello'ya az ilerleyip Torre dos Clerigos'a ve Jardim de Joao Chagas'a bir bakış atabilirsiniz. Biz müze tadilattaydı gidemedik, Rektörlüğün zemin katındaki dükkana bir uğradık ve Adega leonor için geceyi bekledik. Torre dos Clerigos'a çıkış 3 euro ,bütün Porto'ya tepeden bakabilmek paha biçilmez .Biz daha önceden çıktığımız ve hava sisli olduğu için tekrarlamadık ama mutlaka görün derim.
Bir diğer turist magneti Livreria Lello ise esasen bir kitapçı. J.K. Rowling'in Gryffindor ortak salonu yaratırken bu kitapçıdan etkilendiği rivayet edilir.




Bu sene ziyaret etmek için bilet almak gerekliliği koymuşlar, ama kitap alırsanız giriş bedava.Eskiden ziyaret etmek serbestti ama fotoğraf çekmek için her sabah sadece 9 la 10 arası izin veriyorlardı haliyle fotoğraf çekmek manyak gibi insan dolu olduğu için nerdeyse mümkün değildi. Şu anki bilet sistemiyle de farklı olduğunu düşünmüyorum gerçi. En iyisi aç google'ı bak ya da kartpostal al :)

Biz yolumuzu yokuş aşağı çevirip Sao Bento tren istasyonuna uğradık. Porto'ya trenle gelecekseniz biletinizi Sao Bento'ya almanızı tavsiye ederim. Şehre daha çarpıcı ve dramatik bir giriş yapamazsınız :)



(fotoğraf 2014 arşivimden )

Sao Bento'nun hemen karşısında Rua dos Flores tasarım dükkanları, eski mimarisi, kaliteli restoran ve barlarıyla uğramadan geçmemeniz gereken bir sokak.

Flores'ın bir paralelindeki (Rua do Mozınha Sılveria) sokak ise sadece Spirito Cupcakes' e ev sahipliği yapmasıyla bile yeter :) Spirito tatlı severler için mabed. Gördüğünüz o altın kiliseler falan önemsiz gelir bir anda :)



Biz spirito'da ufak bir mola verdikten sonra Guille'nin  Porto'da çalışan kuzeniyle buluştuk ve yine turistin görev bilinciyle Francesinha yemeye Cafe Santiago'ya gittik. 
Portekiz yemek kültürü çok ayrı bir konu. Ben nedense pek sevemedim ama dünyaca ünlü yemekleri var. Francesinha bunların başlıcası.Temel olarak kat kat et ve peynirden oluşan bir tost, üzerini kaşarla kaplayıp bir yumurta kırıyorlar.Sosu porto şarabıyla yapılan hafif acımsı domatesli bir sos ve genelde patates kızartmasıyla servis ediliyor. Hikayesi şöyle, Fransa'da yıllarca çalışıp emekli olmuş Portekizli bir göçmen ülkesine döndüğünde biriktirdiği parayla bir restoran açmaya karar verir.Müşteri çekebilmek için özel bir yemek yaratmak ister ve French crouque monsieur'dan esinlenerek Portekiz tatlarıyla kelime anlamı "Little French Lady" anlamına gelen francesinha'yı yaratır. Porto'da günlük ücretsiz şehir turları düzenleyen Wildwalkers'li bir rehberin eklediği hikayenin devamı ise  yaratıcısının Francesinha'yı özellikle acı yapmasının nedeni yedikçe hararet basan Fransız leydi'lerin hırkalarını çıkarıp, düğmelerini çözüp,bağırlarını döşlerini açmalarını istemesiymiş :) Portekiz erkek profiline baktığımızda böyle bir neden gayet anlaşılabilir geliyor,neden olmasın. Unutmadan önemli bir tavsiye içecek olarak bira şaraptan daha uygun francesinha için yoksa bir kalp krizine göz kırpabilirsiniz. Çünkü yemek zaten fazlasıyla ağır.

Cafe Santiago'ya gelince şüphesiz Porto'daki en meşhur mekan Francesinha için. Önünde yaklaşık 20 kişilik sıralar oluşabiliyor. Ama herhangi bir yerdense Francesinha'yı Santiago'da tatıp öyle sevmeyin gene sevmeyecekseniz.Santiago bu kadar meşhur olmasına rağmen pahalı sayılmaz. Francesinha 8-9 euro arası,superbock  ise 1-1,5 euro arası. Portekizin naifliğinin bir tatlış örneği daha.


Yemekten sonra kahve için Cafe galerias de paris'e gittik. Antika objelerle dolu, günün her saati başka bir güzellik sunabilen bir cafe. Bazı akşamlar ücretsiz Fado konseri, haftasonu saat 12'ye kadar 1,20 euro ya hayli güzel bir kahvaltısı, ve öğle yemekleri için çok güzel menüleri var.

Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun gezip görelim az da diyerek Se katedral'e gitmeye karar verdik ama saatlerini tutturamadık.Katedralin ara sokaklarından döne dolaşa, parklara uğraya uğraya nehir kıyısına inip okyanusa doğru yürümeye başladık.










Uzun bir yürüyüşten sonra Adega duoro'da oturup ev yapımı şaraplarından içtik, gün batımını izledik..Sonra merkeze dönmek için 500 numaralı otobüsü beklemeye başladık bir yandan da bozukluklarımızı sayıyoruz. Durakta 40lı yaşlarda bir kadın da bizimle birlikte.Birden kadın bize bozuk para vermeyi önerdi.Benim de sizin yaşınızda bir oğlum var bu durumda kalsın istemezdim diyerek .Teşekkür ederek ya paramız var bozuğa bakıyoruz sadece çok sağolun dedik. Sonra konuşmaya başladık.Bir lisede temizlik görevlisiymiş,öğrencilerden dinleyerek biraz ingilizce ve ispanyolca öğrenmiş.Otobüs gelene  ve onun durağına kadar ülkelerimizden,işten güçten, Porto'nun güzelliğinden ,ailelerden konuştuk.İndikten sonra bize el salladı.Portekiz'i neden ve  nasıl çook sevdiğimi nasıl anlatsam bilemiyordum ya  işte bu yüzden çok seviyorum.Portekiz zengin bir ülke değil, insanları da öyle ama çok açıkgönüllü ve açık fikirliler. Lisede temizlik görevlisi orta yaşlı bir kadın ingilizce konuşmalarınızdan anlayıp, size yardım etmeyi önerebiliyor.Başka bir dil öğrenmeye gocunmuyor,elindekini paylaşmaya da. Şimdi bütün ülkeyi böyle düşünün.Market çalışanından bartender' a otobüs şöforünden öğrencisine herkes biraz ingilizce biliyor ve sempatik :)

2. günümüzün gecesi ve son günümüzle ilgili post çok yakında ..







13 Şubat 2016 Cumartesi

Bir yıl sonra yuvaya dönüş! Porto'da ilk gün!

       Porto hakkında ne yazsam eksik kalacak biliyorum ama 3 günlük son Porto gezimizden biraz bahsederek Porto güzellemelerine başlamak istiyorum.
      
     Uçağımız Madrid-Porto 9.40-9.20 uçağıydı.Yanlış değil İspanya'dan Porto'ya giderken zamanda 20 dakika geriye yolculuk yapıyorsunuz :) Saat farkı falan filan evet. Sabah Porto'ya indiğimizde diğer insanlara anlamsız gelebilecek derecede aşırı bir heyecan ve mutluluk içindeydik. Tam bir yıl sonra bu çok sevdiğimiz,sevildiğimiz,eğlendiğimiz aşık olduğumuz topraklara dönüyoruz kolay mı?
 


Ola duoro, meu amor!

İlk gün metrodan Casa da Musica durağında inip kendimizi Duoro kıyısına attık. Şehri önceden çok iyi bildiğimiz için geçtiğimiz sokaklar,özlediğimiz manzaralar klasik turist beklentilerinden hayli uzak ama bizim için anlamlarla ve nostaljiyle doluydu.

Kahvaltıdan sonra,Rua da Restauração'yu tırmanarak ( evet Porto'da sürekli ya yokuş tırmanır ya da inersiniz alışın )  Palacio de Cristal'in muhteşem bahçesine ve seyrine daldık.






palacio de cristal 'dan duoro manzarası

cristal palacio


 Museu do carro electrico




Palacio de Cristal bina olarak pek bişeye benzemese de bahçesi esşiz. Eğer şanslıysanız kitap fuarı yada konsere denk gelebilirsiniz .Hiç bir etkinlik olmasa dahi Duoro manzarası ,yeşili ve huzuruyla şehrin tam ortasında böyle bir park adeta hayal gibi.

Porto'da birbirine yaklaşık olarak paralel diyebileceğimiz ve Rua do Cedofeita'ya çıkan 3 sokak vardir. Miguel Bombardo bunlardan artistik olanı, sanat galerilerine, grafitilere,Bugo Art Burger'e ve Ankara kafelerini aratmayan arka bahçesi ve hayli geniş yelpazeli çay çeşitleriyle Rota de Cha' ya ev sahipliği yapar.Ve benim favorimdir.Geçen sene Porto'da yaşarken benim için bu sokak eve dönüş yoluydu. Kaç gündüz kaç gece geçtim, her seferinde başka bir güzellikle karşılaştım.




Rua do Miguel Bombardo'yu  geçerek Rua do Torinho'ya adeta bir aşk olan ,abartmıyorum gerçekten dünyanın en güzel burgerlerini yapan Real Hamburgeria 'ya gittik öğle yemeği için. Real hamburgeria trip advisor mükemmeliyet sertifikasına sahip.Bir burger yiyebilmek için en az bir saat sıra beklemeniz gereken bir yer.Portekiz'de neden hamburger yiyim mal mıyım ben demeyin, deneyin,oldukça ucuz ve lezzetli kendinizi lokal gibi hissetmeniz de cabası.Zaten Portekiz mutfağı apayrı bir tartışma konusu..



Malagueta + superbock preta

Ve nihayet alışveriş caddesi Rua do Cedofeitayı da biraz gezdikten sonra otele vardık.Stayin Oporto Apartments fiyat kalite dengesi gayet başarılı bir seçimdi.Yani Portekiz'e gitmişiz çok önemi yok nerde uyuduğumuzun diyerek rezervasyon yapıp, baya iyiymiş aslında dediğimiz bir yerdi.Şehrin tarihi merkezi olan Aliados Meydanına ,Sao Bento tren istasyonuna ve ünlü alışveriş caddesi Rua Santa Catarina'ya oldukça yakın olması ayrı bir güzellik.

Sırt çantalarımızı bırakıp kendimizi Aliados Meydanına bıraktık.Porto yokuşlarıyla tepeleriyle hemen her tepede görkemli yöresel fayanslarla süslü kiliseleriyle,dar,eski,nemli ama rengarenk sokaklarıyla, kendine özgü naif havasıyla gerçekten kaptırıp gezmesi çok keyifli bir şehir.Müze avcısı değilseniz,şehrin sokaklarını, günlük yaşamını keşfetmeyi daha çok seviyorsanız tam size göre. Bizde Aliados, Sao Bento , Se katedral derken derken Ponte Dom Luis I'e kadar tırmandık gün batımını izlemek için.Ponte Dom Luis I, Eiffel Kulesinin mimarının yaptığı ve Eiffel köprüsü olarak ta bilinen Duoro üzerindeki en ünlü ve turistik köprüdür. Gaia ve Porto şehirlerini birbirine bağlar.








.....devamı gelecek...